BİRAYA DAİR
Koleksiyonlar neden yapılır, insan neden koleksiyoncu olur?
Pek çoğumuz için masum bir takıntı, ancak psikologların tedavisi gereken bir hastalık olarak literatüre geçirdikleri biriktirme içgüdüsünün ardında ne vardır ki?
İnsan bazen sevdiğini, yaşadığını, gününü, gündeliği biriktirir. Her şeyin hızla tüketildiği kısacık bir ömürde unutmamak için, hayattan keyif aldığı anları gelecekte de anımsamak için bir yatırımdır bul. Yıllar sonra biriktirdiği her nesne ile geçmişine bir yolculuk yapabilecek, bir zamanlar diye söze başladığında kanıtları elinde olacaktır.
Bazen de kendinin bir ya da birkaç nesil öncesini biriktirir insan. Gitmek istediği kadar, gücü yettiği, olanakları elverdiğince geriye gider. Biriktirdikçe beyni ağırlaşır, öğrenir, geçmişi, farklı dünyaları yaşamaya başlar. Kendini çok zengin ve çok iyi hisseder ve yine bir zamanlar diye başladığında söze, haz ile yoğrulmuş bir bilgeliğin ışığını yayar etrafına…
Bazı toplumların bireyleri yüzyıllardır biriktirme içgüdülerini sıcak tutmuşlardır. Bazılarında ise bu duygu ya körelmiştir ya da varlığından haberi yoktur. Bunun haklı sebepleri olabilir, örneğin çöllerde, kıl çadırlar içinde yaşamını sürdürmeye çalışan insanlardan bildiğimiz anlamda koleksiyoncu çıkmıyor olması ne kadar doğalsa, Orta Avrupa’nın müreffeh yeşilliklerinin ortasındaki şatolarda 300-400 yıllık aile yadigârlarının sergileniyor olması da o denli doğal sayılmalıdır.
Soru işareti, yani doğal olmayan, şu koca cihan imparatorluğunda, şu gencecik cumhuriyette her türlü fırsat varken biriktiren insanların olmamasıdır. Ben bunun nedenini çözebilmiş değilim. Bugün, nispeten varlıklı insanların yaşadığı çevremde dahi hayattan zevk alan bir avuç koleksiyoncuya karşılık, hayatından bezmiş binlerce şikayetçi gözlemliyorum. Sanki gizli bir güç bizi bu yönde eğitiyor, “ağlamayana meme vermezler” gibisine ata-sözlerini düstur mu ediniyoruz ne? Hepimizin çok çalıştığı, yorulduğu, ölüp bittiği, bir iş hayatı var. Dinlenmek ise market alışverişi, dizi seyretmek, maç yorumu dinlemek olmuş. Bir de senede 15-20 gün güneşin altında 10 saat döne döne bronzlaşılan bir tatil var. Buna karşın, mütevazı bütçeleriyle her hafta kulüplerde, internet başında araştıran, karıştıran, sürekli öğrenen, sayıları 1000 kişiyi geçmeyen bir insanlar topluluğu.
-Siz ne koleksiyonu yapıyorsunuz efendim?
- Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bira
Sonra şu soru geliyor;
-Osmanlı’da bira var mı?
Eh ne diyeyim, yıllardır “Osmanlı” ve “bira” sözcükleri o denli yan yana gelmemiş ki, insan böylesi bir soruya muhatap olabiliyor. Koca bir imparatorluğun ilk büyük markalarından, ilk fabrikalarından, hatta Osmanlı’nın bir anlamda borsada işlem gören 20-30 şirketinden, neredeyse 100 yıldan beri İstanbul’un koskoca bir semtine adını vermiş bir isimden, bira bahçelerinden, fıçılardan, pikniklerden, kısacası onca yaşanmışlıktan geriye kocaman bir hiç kalmış…
Böylesine zengin bir tarihe sahip olun da böylesine fakir nesiller yetiştirebilmek bize özel, anlaşılmaz bir özelliğimiz olsa gerek deyip noktayı koyalım, gelelim kitabımıza ve sergimize.
1989 yılıydı, o yıllarda eskiye olan merakım had safhadaydı. Yedikule’den Üsküdar’a her gün İstanbul’un eskicilerini turluyordum. Günlerden bir gün yolum her zamanki gibi Çukurcuma’da Tombak Ahmet’e düşmüştü. Dükkânın içine, yavaş yavaş, sindire sindire bakınarak geziniyordum. Geçen asırdan kalma kıyafetler, tavandan sarkan doldurulmuş yarasalar, tahta kızaklar, sokak levhaları, asırlık dişçi koltuğu… Tıklım tıkış, eklektik bir dünyada, özenle seçilmiş objelerle oluşan mistik hava insanı acayip etkiliyordu. Bütün bu karmaşanın içinde bir dolabın altında yerde duran siyah bir bira şişesi gözüme çarpmıştı. Ağzı katılaşmış bir tabaka çamurla kaplı, porselen kapaklı bir şişeydi bu. Tombak Ahmet diğer müşterilerle ilgileniyordu, fırsattan istifade şişeyi elime aldım, bir kenara iliştim, gözlerimi kapadım.
Cumartesi gecesiydi, babam yine sofrayı Abant Çiftliği’nden donatmıştı. Ayda bir şarküteri gecesi gelenek halini almıştı bizde. Salam, jambon, kaşar, yumurta, yeşil zeytin, Abant Çiftliği’nin Rum aşçısının yaptığı piroşkiler, ev yapımı cips. Bir yanımda annemin koyu kıvamlı bir sosla pişirmiş olduğu sosisler, diğer yanda alevde henüz tütsülediğimiz ılık çirozlar. Çocuğa, yani bana, Ömür Yoğurduna su katılıp, karıştırarak yapılan ayran. Sofrada kızartılan ekmeğin kokusu da ortama eklenince…
Peki bu sofranın vazgeçilmezi neydi? Biraydı tabii. Bir şişe bira… Annemle babam bir şişe birayı paylaşır, karşılıklı içerler, yemeğin sonunda Grundig TK 24 çalışır, bir bossanova konur, başlarlar dans etmeye, sonra radyodan yapılmış kayıtlar, Şerif Yüzbaşıoğlu, Kanat Gür, Beatles, Peppino di Capri’den “Robertaaa”…
İşte böyle başladı bira tarihi koleksiyonculuğu. Fiyatından dolayı ilk anda alamadığım koleksiyon parçası bir Bomonti şişesi ile…
Zaman içinde koleksiyonum büyüdükçe ve benden yaşça büyüklerle paylaştıkça fark ettim ki yolu bira bahçelerinden, keyifli pikniklerden geçen pek çok insan eski bira şişelerini görünce benimle aynı duyguları yaşıyor, gözleri doluyor.
Ben fıçı biraya, bira bahçelerine yetişemedim ama Yakacık’ın, Telli Baba’nın, Sultan Suyu’nun çay bahçelerini biliyorum, dolayısıyla Bomonti’de, Moda’da, Kalamış’taki ortamı, ailecek içilen bir fıçı biranın ne denli lezzetli olabileceğini haya edebiliyorum.
Eminim, bu koleksiyon hem hayal dünyamızda fırtınalar koparacak hem de öğretecek…
Belgeleri, nesneleri görenlerin kendi aralarında anlatacakları hikayeler, bu koleksiyonu çok daha anlamlı kılacak.
Türkiye’de tam 20 yıl boyunca karşısına biraya dair çıkan her türlü belge ve objeyi hiç atlamadan toplayan bir kişi olarak, Efes Pilsen yönetimine bu koleksiyona sahip çıkıp halkla buluşturdukları için teşekkür ediyorum. Bu vesileyle, toplumsal hafızamızın canlı tutulabilmesi için her birimizin üzerine düşen görevler olduğunu bir kez daha hatırlatmak istiyorum.