Rahmetli dedem de babam da çocukluklarından bahsederken seslerinde hep bir hüzün olurdu. Dedemin ne bir topu olmuştu ne de bir bisikleti, üstelik Balkan Savaşı’nı, Selânik Yangını’nı, mübadeleyi, I. Dünya Savaşı’nı, Kurtuluş Savaşı’nı görmüş, yaşamış, oyuncağı olmak bir yana çocukluk yıllarında çelik–çomak, birdirbir, uzun eşek, saklambaçla yetinmek zorunda kalmış, miskete hasret bir çocukluk yaşamıştı anlayacağınız…
Babam ise dedeme oranla nispeten daha zengin bir çocukluk yaşamıştı. Yazları Büyükada’da yerinden kalkmayan ağır Raleigh marka bir bisiklet ile kan ter içinde yokuşları tırmanıp büyük turu tamamlamış, baharlarda inle cinin top oynadığı o devrin Bebek’inde, kendine ait küçük sandalıyla balığa çıkabilmişti. Onun zamanında da bolluk olduğu söylenemezdi. II. Dünya Savaşı’nın yokluk günlerini radyo başında korku ve endişe içinde ajans dinleyerek geçmişti.
Ben ise bambaşka bir çocukluk yaşadım. Şehr-i İstanbul’un iki yakasında sürdürdüğüm bir saltanattı benimkisi. Hem Nişantaşılı hem Erenköylü hem de Kartallı oldum. Ihlamur ağaçlarının gölgesinde bir başka Nişantaşı idi benimkisi. Yazları Erenköy’ün uçsuz bucaksız arsalarında top oynadım, dev fıstık çamları, bağlar, ceviz ağaçları arasında serinledim, bisiklet de sürdüm hem de vitesli cinsinden. Ehliyet bile almıştım 13’üm bittiğinde. Üniversite yıllarında ise kıyı kaptanıydım, deniz motorum vardı.
Kartal’ın alabildiğine sığ kumsallarında kimi sabahlar elimde zıpkın, belimde sallanan dil balıkları, kimi sabah livarımda dev bir kırlangıçla şişine şişine döndüm eve. Savaş ve kıtlık görmedim ne ülkemde ne de yakınlarımda.
Üniversite ile birlikte tanıştım anarşiyle, terörle, sağla, solla… Karanlığı, hayatın bir başka boyutunu fark ettiğimde neleri yitirmekte olduğumu görememiştim. Heyecanla ve büyük bir devinimle sürüp gidiyordu hayat…Ve üniversite bitmiş, inşaat mühendisliği beni şehrimden uzaklaştırmıştı. Sonra göz açıp kapayıncaya iletişim çağı geldi, çattı. Hep birlikte bilgisayarların başına geçmeden önce milyon yaşındaki dünyanın tereddütsüz en güzel zamanlarını yaşamışız da farkında olmamışım. 1960-1980 arasında tam kararında bir teknoloji, bozulmamış bir İstanbul, deliksiz bir atmosfer, temiz hava, temiz denizler vardı çevremde. Evin içi yoktu bizim çocukluğumuzda yaz dedin mi sokakta, arsada, çayırda, denizde yaşanırdı hayat. Dışarısı yeşil ve maviydi. Her semtte kurulan arkadaşlıklar, gece yarılarına kadar süren oyunlar, sohbetler gırla giderdi. Kısacası aynı mahalleli olmanın doyumsuz mutluluğunu yaşadık yıllarca, hep birlikte hareket ediyorduk ve benim olağanüstü şansım, dediğim gibi üç ayrı mahallede farklı çevrelerde yetişmiş olmamdan üç ayrı “dışarı”yı tanımış olmamdan geliyordu.
Niye yalan söyleyeyim, o günlerde ortak yaşam alanımızın gelip geçici konukları olan seyyar satıcıları fark etmezdim bile. Bugün ise geriye dönüp baktığımda onların geçmiş yaşamımıza ne denli renk kattığını görebiliyorum. Şöyle bir hatırlayın siz de kapınıza gelip giden satıcıları. Sucu, sebzeci, meyveci, yoğurtçu, yumurtacı, mobilya cilacısı, bacacı, dondurmacı, bakkal, kasap, kalaycı, sütçü, postacı. Ne müthiş bir zenginlik değil mi? Bazılarıyla her gün selamlaşır, dertleşir, bazılarıyla haftanın ya da yılın belli günlerinde işiniz olurdu ama hizmet kapınıza kadar dostlukla, insanlıkla gelirdi. Alışkanlık, sevgi, saygı, özlem, paylaşım, hepsi vardı bu alışverişlerin içinde.
Seyyar satıcılığın altın devri benim çocukluk, gençlik yıllarıma denk düşer. İstanbul’da, köprüler, alt-üst geçitler, raylı sistemler, marketler, hiper, süper, derken adım başı mantar gibi bitiveren altı alışveriş merkezi üstü gökdelen yapılar inşa edilmezden öncesine yani. Eski fotoğraflar Osmanlı’dan benim çocukluğuma çok az şeyin değiştiğini söylüyor. Bu nedenle onlara bakarak rahat rahat çocukluk günlerimde dolaşıyorum, altlarını doldurabiliyorum. Bu son kitapçığımıza benim İstanbul’umun Aksaray’ını gösteren bir kartpostalla başlıyorum. Yıl 1906 ya da 1966 fark etmiyor aslında, insanlara yürüyecek alanların olduğu bir İstanbul var o zamanlarda, ya şimdi?
1960’ların yaz akşamlarında yorgun argın yatağa düşer, hemen dalardık uykuya, sivri sinekler dışında her şey mükemmeldi. Hayat sabahın ilk ışıklarıyla birlikte “Duuuuutçi, şeker ye bal ye” nidasıyla başlardı. Dut iki kişinin taşıdığı balıkçı tezgâhı formunda ahşap bir tablada satılırdı. Yıkanınca tadı kaçtığından tozlanmaması için üstü bir bezle örtülü olurdu. Elimizde plastik bir kap koştururduk peşleri sıra. Dutçuyu sakalar takip ederdi. Suiiii, Suciiiiii… Damacanadan küplere dolan suyun sesini dinlerdik glup, glup, glup…
İşte yaşamaya doyamadığımız güzelim yaz günleri bu seslerle başlardı. Saatler ilerledikçe sokaklarda başka seyyar satıcıların bağırtıları duyulmaya başlardı. Gürültücülerin başında seyyar manavlar gelirdi. Yıllar yılı aynı sokaklara, aynı saatlerde, aynı melodilerle gelip geçen seyyarların sabit manavlardan pek farkı yoktu. Çeşitleri boldu, kaliteli ürünler satıyorlar ve ismen tanınıyorlardı. Çoğu gür sesleriyle “kemer patlıcan”, “dolmaya biber”, “boncuk ayşe” diye bağıra bağıra geçerler, bağırmadıkları zamanlarda da yanı başlarında üzerlerine aldıkları kilolarca yükün altında sesleri çıkmadan yürüyen katırlarının nal sesleri duyulurdu.
Basit bir iş değildi onlarınki. Neden mi? Bizim Arnavutköylü Nissim’i örnek vereyim size; Nissim, boğaz köprülerinin olmadığı devirde, son vapurla, gecenin bir yarısında Karaköy’den Haydarpaşa’ya geçer, son trenle Kartal’a gider, ertesi sabah Yalova’ya hareket edecek ilk vapura binmek üzere sabahçı kahvesinde sabahın 5’ini ederdi. Her sefer kollarında boş sepetleriyle araba vapurunun kapağında en önde, tepede bekler, kapak daha inmeden vapurdan atlar, pazara doğru bir koşudur, tuttururdu. Sepetlerini Yalova pazarından aldığı köy yumurtalarıyla doldurur, saatler süren bir yolculuktan sonra Arnavutköy’e döner, mallarını eşeğine yükler ve bitkin, baygın ve gittikçe azalan bir ses tonuyla “Tomatos, biber, patlıcan, yumurtam da var” diyerek yollara düşerdi. Öyle olurdu ki çoğu kez “Yumurtam da var” bölümünü adeta fısıldayarak söylediğinden hiç duyulmaz, mahalleli geldiğini bağırmasından ziyade Arnavut kaldırımı sokaklarda eşeğinin çıkardığı nal seslerinden anlardı.
Sebzecilerin yanı sıra meyve satanların da ilginç bağırışları olurdu. Bunlar arasında en sevilenlerinden biri Musevi Jozef Amca idi. O, “Reçellik Ağaç Kavunu”, “Turunç” ve “Enginar” satardı. Tünel, Beyoğlu, Taksim, Harbiye, Osmanbey, Şişli hattında çok hoş bir melodi ile bağırarak ağır bir tempoyla ilerlerdi. Mevsimi geldiğinde ağzına kadar doldurduğu küfesi ile, her zaman ziyaret ettiği sabit müşterilerinin kapısını çalar, “Baleng” getirdim diyerek durduğu her evin önünde yükünü biraz daha hafifletirdi. Bu yazıyı kaleme alırken “Baleng”in ne olduğunu merak ettim, öğrendim ki Citron denilen meyvenin yani Ağaç Kavunu’nun Hintçe’si imiş. Nereden aklına gelmişti bu meyvenin ticaretini yapmak, nereden bulurdu, nasıl getirtirdi, şaşıp kalıyor insan düşündükçe.
Jozef Amca ile birlikte yok olup gitti “Baleng” İstanbul sokaklarından. Yalnızca “Baleng” mi ? Çileğe ne demeli ? Şu çiçekçi Mavrogordato ailesinin Tarabya sırtlarında “Horticole de Therapia” bahçelerinde yetiştirdiği, pembe-beyaz renkli mis kokulu “Arnavutköy Çileği”nden bahsediyorum ki onun da ruhuna çoktan fatiha okundu. Son birkaç yıla kadar yaz başında 3-5 sepete rastlardım Tarabya’da, artık onu da göremez oldum. Boğaza nazır tepelerde villalar yapıp köşe dönmek varken kim ne etsin çileği?
Peki ya “Topatan Kavunu”nu hatırlayanınız var mı? Geçenlerde Tekirdağ’dan geliyorum, yol kenarında park etmiş bir traktörün kasasında gördüm mübareği. Yetiştirmesi zor, incecik kabuğundan dolayı nakliyesi zor, beklemez, tanıyanı bileni kalmamış, can çekişiyor garibim. “Topatanları kaçtan veriyorsun” dediğimde satıcı çocuk şaşırıp, “Ağabey adını nerden biliyorsun” demişti. İstanbul’un yerli kavununun adını İstanbul’da bilen kalmamıştı anlaşılan, durum bu derece vahim yani.
Sokaklarda sebze meyve dışında başka şeyler de satılırdı. Porselenciler olsun, oyuncakçılar olsun, bir renk cümbüşü içinde gezinirlerdi akşama dek. Bir rüzgâr gülünün, bir fırıldağın, bir topacın akılları başlardan aldığı günler yaşanırdı o zamanlar. Oyuncakçının geçtiği sokaklarda peşlerinden giderdi çocuklar.
Bir de gösteri dünyası vardı, seyyar, bunlar arasında çocukları en çok etkileyenlerden biri de ayı oynatıcılarıydı. Hamamda kızlar nasıl bayılır diye başlayan gösteride, oynatıcılar iyi para toplarlarsa karşılıklı güreşe kadar süren bir dizi gösteri yapardı. Ayı, başlarda her ne kadar uysal ve sevimli gibi dursa da, üstü paramparça olmuş sahibi ile alt alta üst üste güreştiği sıra seyircileri bayağı korkutur, heyecanlandırırdı. Aslında taraflardan biri ayı da olsa iki kişilik sokak gösterileriydi bunlar.
Seyyar lunaparklar da vardı. Yerden iki karış yükselen dönme dolaplarla, kayık salıncaklarla, seyyar karagöz çadırlarıyla, bambaşka bir dünya sunulurdu buralarda çocuklara. Kılıktan kılığa giren düetist Kenan neler anlatırdı kim bilir. Bayram yerlerinde kurulan salıncaklar bile kaybolmaya yüz tuttular. Acaba günümüzde çocuklar her yerde mantar gibi bitiveren “Disneyland”larda bizler kadar coşkuyla eğlenebiliyorlar mı? Emin değilim doğrusu.
Sokaklarda eğlenceli mesleklerin yanı sıra zor zanaatlar da icra edilirdi. Başta hamallık gelirdi. Osmanlı’nın sırık hamalları arabaların çoğalması ile tarihteki yerlerini aldılarsa da hamallık, uzun yıllar, yüke dayanıklı, sağlam vücutlu kişiler sayesinde varlığını sürdürdü ve hamallar sırtlarına vurdukları inanılmaz ağırlıklar ve hacimli yüklerle fotoğraf karelerinin vazgeçilmez mankenleri oldular. Özellikle yolu Eminönü ve Sirkeci’ye düşen turistler onları şaşkınlıkla izler ve bu görüntüleri fotoğraflamak isterlerdi.
Bazı kelli felli, iyi giyimli adamlar da memlekete kötü reklamı oluyor diye, taşıdıkları yükün altında ezilen hamallara “kaybol şuradan” diye bağırıp çağırırlar, fotoğraflarının çekilmesini önlemeye çalışırlardı. Çocukken nadiren gittiğim şehir merkezinde birkaç kez şahit olduğum bu sahneler aklıma geldiğinde, hâlâ içim acır. Bir de kömür hamalları vardı ki elleri yüzleri kapkara, ürkütücü bir şekilde dolaşırlardı. Evlerin önüne yığılan kömürleri kendi boylarının 2-3 katı yüksekliğinde çuvallara doldurur ve az bir paraya kapı önünden kömürlüklere taşırlardı.
Sokakların diğer çilekeşleri ise lağımcılar ve bacacılardı. Bacacılar, kurum içinde çalışmaktan simsiyah olmuş yüzleri ile kömür hamalları gibi ama, sırtlarında çalı süpürgeleri ile daha ürkütücü bir görüntü sergilerlerdi. Geçerlerken “Laaamciii”, “Ocakçiiii” diye bağırırlardı.
Beden işçisi olarak kabul edebileceğimiz bir başka meslek gurubu da bileyicilerdi. Onların da sırtlarında taşıdıkları yük ağırdı ama işleri taşımak değildi sadece. Aletlerinin başına geçtiklerinde bir yandan pedal çevirirler, bir yandan da dikkat gerektiren gayet hassas bir iş yaparlardı. Bileyicileri iş başında seyretmekte ayrı bir keyifti. Kıvılcımların karşısında durup acaba bizi yakacak mı diye heyecanlı bir koşuşturma içine girer, bileyicinin sabrını taşırana kadar uğraşırdık. Lazerin keşfi ile birlikte bilmem kaç yıl garantili körlenmez bıçaklar icat oldu, mertlik bozuldu.
Bir de önlerinde daktiloları, düzgün giyim kuşamlarıyla seyyar edebiyatçı gibi duran insanlar vardı şehir merkezinde. Bilhassa vilayet, trafik gibi resmi dairelerin önlerinde görülen arzuhalcilerdi bunlar, ağırbaşlı bir meslek gibi görünürdü arzuhalcilik. Dilekçelerde neyin nerede yazılacağını, kaç kopya yapılması gerektiğini, onlar bilirdi. Üniversite bitirenler bile bu formalitelere kafa yormaktansa vakit kaybetmemek için arzuhalciye 3-5 kuruş verip işlerini onlarla hallederlerdi. Bir başkası adına dilekçe yazma mesleği de her şeyin elektronik ortamda halledildiği günümüzde tarih oldu.
O günlerde evlerimizi güzelleştiren çiçekler de seyyarlar tarafından satılırdı. Çoğu kez küfelere doldurulmuş çeşit çeşit çiçekler, Çengelköy, Tarabya, Beykoz, Yalova gibi şehir dışındaki fidanlık bahçelerden alınır, Köprü, Eminönü, Beyoğlu gibi semtlerde seyyar çiçekçiler tarafından satılırdı. Bu arada Osmanlı’nın en gözde çiçek yetiştiricilerinden biri Tarabya’da bahçeleri bulunan Geo Mavrogordato olduğundan ve buradan İstanbul’un pek çok yerine süs bitkileri gönderdiğini biliyoruz yani Boğaz’da çiçekçilik eskilere dayanıyordu.
Seyyar, yani hareket eden denince taşımacılıktan bahsetmemek olmaz tabii ki. Yolcu ve yük taşımacılığı olarak ikiye ayrılabilir bu meslek. Şöyle bir geriye baktığımızda, İstanbul sokaklarında 4 insan gücünde tek kişilik taksiler, iki öküz gücünde 4 kişilik taksiler, iki beygir gücünde 2 ya da 4 kişilik taksiler ve nihayet benzerlerine hiçbir yerde rastlamadığımız, yalnızca Polonezköy’de kullanılan 2 beygir gücünde 8 kişilik limuzin taksiler çalışmaktaydı. Neden sonra motor hırıltıları duyulmaya başladı ve yavaş yavaş gerçek beygirler yerlerini beygir güçlerine bıraktı. Yük taşımacılığında ise öküzlerin yeri bir başkaydı. Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar kamyonlar çoğunlukla iki öküz gücünde idi ve taşıyacakları yüke göre özel olarak tasarlanmış kasaları vardı.
İstanbul, her zaman dünyanın önde gelen büyük şehirlerinden biri olmuştur. Ama yüz yıl öncesinin büyüklük kavramı ile günümüzün büyüklük kavramı arasında çok büyük fark var haliyle. Bugün insanlar kapı komşularını tanımazken, geçmişte bir semtin sembolü olmuş kişileri neredeyse bütün şehir tanırdı. İşte bu farkı açıklayıcı ilginç bir örnektir “Pazar Ola Hasan Bey”. Her sabah yolu gözlenen seyyar bir yatır, seyyar bir şans meleğidir o. Karşısındaki kimdir, rütbesi, mevkii nedir hiç umursamaz. Canının istediğine “Pazar ola turşucubaşı”, “Pazar ola kahvecibaşı”, “Pazar ola simitçibaşı” diye selâm verir. Selâmı alanın değmeyin keyfine, o gün hasılat mutlaka iyi olacaktır. Gün olur kadınlar kısmet bulabilmek için el sürerler ona, hiç istifini bozmaz, gün olur yanından Vali Fahrettin Kerim Gökay geçer, Pazarola Valibaşı der yürür geçer, duraksamaz bile.
Yaz sabahları dutçunun bağırtısıyla uyanırdık demiştim ya. Erenköy geceleri çok sıcak olurdu. Ateş böcekleri aydınlatır, ağustos böcekleri seslendirirdi karanlığı. Sivrisinekler ise geçmişin tek tatsız yanıydı Erenköylüler için. Capcanlı yaşanan bir günün ardından İstanbul’un üstüne karanlık çöktüğünde farklı bir şehir doğardı. Gerçek siyah bir şehir. Karanlıkla beraber el ayak çekilir sokaklarda sesler de azalırdı ama şehirde karanlığı bölen bazı sesler vardı yine de. Örneğin Kartal o zamanlarda bostanlarla kaplıydı. Bostanların arasında irili ufaklı bataklıklar vardı. Binlerce kurbağanın serenadını dinlerdik gece boyunca, ancak kış gecelerinde her şey değişirdi.
Kış karanlığının tek seyyarı ise bozacı idi. Nişantaşı’nda kar yağdığında, sessizlik daha da derinleşirdi. Birden içimizi ısıtan o ses duyulurdu sokaktan, bizim bozacının sesi. Sanki Domenico Modugno bağırırdı aşağıdan,
İyiiiiiiiiiiiii booooooooza,
Vefanın boooooza
Nerden duymuştu bilinmez ama bizim mahallenin bozacısı Vefa Bozası’nın ünlü “Volare” şarkısının melodisiyle satardı.
İster yaz ister kış olsun geceleyin icra edilen tek bir seyyar meslek vardı o da bekçilikti. Bekçiler huzur ve güvenin timsaliydi adeta. Gecenin bir yarısında sokağın başında bekçi düdüğü duymak kadar hoş bir şey yoktu biz çocuklar için. Özel bir oyun gibiydi düdükle haberleşmeleri, birinin sesi yakın gelir, diğeri de biraz daha uzaktan ona cevap verirdi. Onları duyduktan sonra keyifle, güvenle dalardık uykuya. Nasılsa sabaha kadar durmadan bizleri korumak için sokaklarda dolaşan “Bekçi Baba”lar vardı. Üzerinde pek düşünmedim ama sayılarının artması gerekirken neden yok oldular bilmiyorum. Sessizce özelleştiler aslında. Geçmişin “Bekçi Baba”larının yerini, “Site güvenlik görevlileri”, “korumalar”, “body-guard”lar aldı. Tonton amcalar, Hüsmen Ağa’lar gitti, yerlerine dövüşken, iri yapılı gençler geldi. Böylesi lâzımmış zahir ne diyelim.
Değerli okurlar,
Penos’un katkılarıyla oluşan Anılar ve Belgelerle Seyyar Satıcılar küçük kitapçıklar dizisi serinin son kitabı olan “Kaybolan Seslerin İzinde” ile bitiyor. İki ayda bir yayınlanan kitapçıkların altıncısına gelmişiz ve bir yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş. “Penos” bir yandan bu kitapçıkların yayınlanmasını sağlarken bir yandan da son iki yılda ilki, “Türkiye’de Koleksiyon ve Koleksiyonculuk”, ikincisi ise “Kaybolan Seslerin İzinde”, başlıklı konferanslarıyla bizi 2000’e yakın doktorla buluşturdu. Bu keyifli bir serüven oldu. Bizleri yazar-okuyucu konumundan farklı bir boyuta taşıdı, okurlarımızla aynı ortamda olayları birlikte yaşayıp değerlendirmek fırsatını yakaladık.
Bu süreç içinde öylesine heyecan verici olaylar yaşadık ki, herhalde hiçbir zaman unutamayacağız. Örneğin İskenderun’da yaptığımız bir toplantıda, şehrin kurulmasına çok emeği geçmiş ancak bugün unutulmuş bir trenden bahsettiğimizde salonda yaşanan coşku, Elektrik İdaresi’nin hurdalığında atılmış eski tren raylarına doktorların sahip çıkışı, görülmeye değerdi. Yerel Arsuz Gazetesi bir hafta sonra bu olayı baş sayfadan vermişti. Çanakkale’deki toplantının bitiminde ise daha ilginç bir olay yaşamıştık. Doktor Muhammet Dalkıran toplantı sonrasında yanımıza geldi ve kendini tanıtarak, koleksiyonumuzdaki fotoğrafları nereden bulduğumuzu sordu. Ben kendine gerekli izahatı verdikten sonra, “Biraz önce fotoğrafını paylaştığınız Beyazıt’ta Üniversite kapısı önünde İşletme Vergisi dahil 50 kuruşa lahmacun satan adam, babamdı” dedi. Donup kalmıştık. “O basit lahmacun sepetiyle beni ve iki kardeşimi doktor olarak yetiştirdi, kendisi de 50’sinden sonra açıktan ilkokul diploması aldı” dedi.
O anda herkes bu olaydan çok etkilenmişti ama özellikle üniversite yıllarımda şehrin sokaklarında seyyar satıcıları gözlemleyerek saatler geçirmiş biri olarak benim için durum daha da farklıydı. Onlarla dostluklar kurmuş, kimiyle sohbet etmiş, kimiyle birlikte yemiş içmiş, anılarını saklamış, biriktirmiştim. Dondurmacı Nefis, Kokoreççi Aslan, Salepçi Kaptan Baba, Köfteci Mustafa Abi, Boyacı Hasan, Sebzeci Nissim, Ağaç kavuncu Yako, Karpuzcu Esmer Vatandaş, daha niceleri…
Sokaklarda bazen kollarında bir sepetle, bazen üç tekerlekli bir arabayla ya eşeğinin sırtına yüklediği ya da kendi sırtında taşıdıkları kilolarca yükle alın teri döken bu çilekeş insanlar, nice doktorlar, nice mühendisler yetiştirmişlerdi kim bilir? Hepsi de müşterileri tarafından tanınırlardı. Gelip geçici değildiler. Sattıkları malın kaliteli olması, ucuz olması gerekirdi, bir de yetmiyormuş gibi zabıtalar kovalardı onları. Malları bir yana, teraziler bir yana, bir rezillik sormayın gitsin…
Son noktayı koyarken kendimizi çok daha iyi hissediyoruz. Zabıtalara inat, eski dostları okurlarımızın kütüphanelerine yerleştirdik, konferans salonlarına taşıdık, seçkin davetlilerle tanıştırdık. Anılarımız ve belgelerimiz okurlarla, dinleyicilerle paylaştıkça arttı, onları sizlere de tanıştırmak ve hatırlatmak fırsatı bulduğumuz için mutluyuz. Bu unutulmaz projeyi hayata geçirerek bizlere bu coşkuyu yaşatan Dr. Meltem Çakmakgil ve gayretkeş Penos ekibine, tasarımı hazırlayan Ekin Çiftçioğlu’na teşekkürlerimizle…
Gülnur-Mert Sandalcı
Aralık-2006