MERT SANDALCI

1952’DEN GÜNÜMÜZE ADIYLA TADIYLA SANA

KARMA KİTAPLAR SEÇKİSİ > 1952’DEN GÜNÜMÜZE ADIYLA TADIYLA SANA

Birbiri ardına bilgi biriktirme, yeniliklere ayak uydurma ve
bir klasik olma yolunda geçen yıllar…
Bir yüzyılda başlayıp, diğerinde sürüp giden bir yolculuk…

Bir düşünün, bundan 50 yıl öncesinde 60’ını, bırakın 60’ını, 40’ını geçene bile “yaşadığını yaşamış, göreceğini görmüş” denirdi. Şimdilerde ise 60 yaşındakiler, orta yaşlı hatta genç sayılıyor. Diyeceğim o ki, geçen yüzyıldan bu yana yaşam süresi ile ilgili değerlendirmelerimiz neredeyse tümüyle değişti. Zamanın göreceli bir kavram olduğunu giderek daha iyi anlıyoruz. Bakın size bir örnek: Bu kitabı hazırlarken sohbet etmek fırsatını bulduğum, hepimizin konuşmaları ve yazılarıyla tanıyıp sevdiği, Unilever’in Bakırköy Fabrikası’nın mimarı Aydın Boysan! Onun sohbetlerinin tadını 60 yaşına kadar yakın çevresi dışında kimse bilmiyormuş. İlk kitabını 64 yaşında kaleme almış, geçenlerde 40. kitabını bitirmiş. 60’ından sonra adeta yeniden doğmuş ve üçüncü otuz yaş dilimine bir ömür daha sığdırmış. Onu dinlerken acaba hayat 40’ında değil de 60’ında mı başlıyor diye düşünmeden edemiyor insan… Aslında 60 yıl, insanlar için olduğu kadar firmalar ve markalar için de azımsanmayacak bir süre… Hele ki ‘Sana’ gibi sürekli en tepelerde bir başarı grafiği sergiliyorlarsa bunun nasıl olduğuna herhalde bir bakmak gerek, bazıları yaşlanırken gençleşiyorlar sanki. Gelin geriye dönüp Sana’nın evimize ilk girdiği yıllara bir göz atalım birlikte…
O yıllarda daha doğrusu 1952’den 1970’e kadarki dönemde, Türkiye bugün olduğundan çok farklı bir ülkeydi. Büyük şehirlerde yaşayanlar için bile koşulların pek elverişli olduğu söylenemezdi. İnsanlar özel problemlerinin yanı sıra yazın toz toprak, kışın çamur içinde yüzen sokaklar, sık sık kesilen elektrik, durmadan yarıya düşen voltaj, susuzluk gibi zorluklarla boğuşurlardı. Yurt dışına gidip gelenler “Biz Avrupa’da iken” diyerek başlayan konuşmalarında oradaki medeniyeti ballandıra ballandıra anlatırlardı.
Evlerimizde TV değil radyo vardı ve radyo gerek sosyal hayatımız gerekse aile hayatımızda çok ama çok önemliydi. Trafikteki gürültülü ve yorucu koşuşturma sonrası günlük işlerini tamamlayıp eve dönen büyüklerimiz, akşam mutlaka ajansı (haberleri) dinlerlerdi. Ajans asla kaçırılmazdı. Ardından “Uğurlugil Ailesi” veya Orhan Boran’la “Tamam mı- Devam mı”, “Çek Soruyu-Bil Doğruyu” gibi yarışma programları pür dikkat dinlenir bitince de hep birlikte sofraya oturulurdu. Yemek sırasında bazı evlerden Yücel Paşmakçı yönetiminde “Yurttan Sesler Korosu” nun sesleri yükselirken bazılarından, “İl Radyosu’nda “Roberta”yı okuyan Peppino di Capri’nin sesi duyulurdu. Ama ya mis kokulu bir pilav ya da çıtır çıtır bir börek her sofrada mutlaka bulunurdu. Bizler biraz mızmızlanacak olsak azar işitirdik büyüklerimizden: “Bak vallahi Sana ile yaptım, o tabaktaki yemek bitecek, kırıntı kalmayacak!” Sabah kahvaltısında da ekmek sepetinin yanında Sana bizi beklerdi. Çünkü güne başlarken Sana’lı bir dilim ekmek ile yanında ne varsa atıştırılır, neredeyse kendi ağırlığımıza yakın okul çantası sırtlanır ve koşar adım okula gidilirdi. Akşamüstü eve döndüğümüzde ise iki bisküvi arası Sana ve bir bardak limonata her zaman hazır olurdu.
O yıllarda balıklarımız, etlerimiz, yoğurdumuz, sütümüz, meyvelerimiz, sebzelerimiz hepsi de yerli mahsul idi. Yediklerimizin neredeyse tamamı yaşadığımız şehirlerde üretilir, seyyar satıcılar tarafından kapımızın önüne kadar getirilirdi. İnanmayacaksınız ama, İstanbul, uçsuz bucaksız bostanları, çeşit çeşit meyve ağaçlarıyla böyle bir şehirdi. Bütün bu zenginliğin ortasında Bersani pirinci ile yapılan mis kokulu pilavın, köşe başındaki yufkacıdan alınan taze yufkalarla hazırlanarak pişsin diye ekmek fırınına yollanan böreğin ve nihayetinde kahvaltıdaki o bir dilim kızarmış ekmeğin vazgeçilmezi hep ‘Sana’ idi…

Ev halkından ‘Sana’ ile haşır neşir olanlar yalnızca sofra başındaki biz aç kurtlar değildik. Sana adını annelerimizin vazgeçemediği yemek kitaplarının üzerinde de görüyorduk. O, mutfaktaki bir margarin olmaktan öte bir kişilikle de yer alıyordu evlerimizde. Neredeyse her evde ya mutfakta ya da kütüphanede bir veya birkaç “Sana Yemek Kitabı” mutlaka bulunuyordu. Bu kitaplarda verilen tarifler herkesin rahatlıkla anlayabileceği bir biçimde büyük bir dikkat ve özenle hazırlandığından uygulamalar her zaman başarılı sonuçlar veriyor, bu yüzden de hanımlar tarafından çok tutuluyordu.
Ancak 70’lerden sonra hızlı bir değişim başladı. Pek çok şeyi kaybederek, değişerek, dönüşerek yolumuza devam ettik. Bu dönemde Sana’nın ülke tarihine damgasını vurması sadece nefaseti ve besleyiciliği ile mutfakların vazgeçilmezi haline gelmesiyle değil, biraz da yokluğunun yaşanmasıyla olmuştu. O kadar ki anarşi, terör ve akaryakıt kuyrukları ile birlikte “Sana kuyruklarının” ülkenin o dönemini anlatan dört temel olaydan biri olduğunu söyleyebiliriz. İkinci Dünya Savaşı sırasında karneye bağlanan ekmek ve şekerden sonra bu dönemde yaşanan yağ sıkıntısı, gıdada gündeme gelen en büyük sıkıntıydı ve yağ sıkıntısı demek Sana bulamamak demekti. Zaten yıllık 140.000 tonlara varan rekor miktarlardaki tüketimi de ‘Sana’nın özgün bir marka olarak Türkiye için ne denli önemli ve vazgeçilmez bir ürün olduğunu gösteriyordu.
Sana’nın diğer ilginç bir yönü de adının üretici şirketi Unilever’in önüne geçmiş olmasıydı. Biz, sabun, deterjan, yağ, içecek, dondurma, çay gibi pek çok dalda üretim yapan, dünya çapında markalara sahip asırlık Unilever’i batılı anlamda üretim standartlarını yerleştirmesi ve çalışanlarına yaklaşımı ile ülkemiz sanayisinde ilklere imza atmış bir şirket olarak “Unilever” olarak değil ‘Sana’ olarak tanıdık, bildik. Sadece biz tüketiciler değil, bakkalın ya da marketin çırağa da Unilever’in dağıtım kamyonetlerini ya da tanıtım yapmaya gelen yetkililerini gördüğünde patronuna “Sana’cılar geldi!” diyerek haber veriyordu. Sana’nınki öylesine görkemli bir başarı öyküsüydü ki Unilever, Türkiye’de yıllar yılı yalnızca Türkiye’ye özgü bir marka olarak yarattığı Sana’nın gerisinde kalmayı gururla sürdürmüştü.
Bu çalışmayı yaparken, hayatını Sana’ya adamış olanlarla ve Unilever şirketler grubunun içinde rotasyonlarla zaman zaman yolu Sana’dan geçenlerle tanıştım, söyleşiler yaptım. İstisnasız hepsi de çok duygulandılar anılarından bahsederken. Sana’yı anlatırken çoğunun gözelerinde yaşlar birikiyor, sesleri titriyor, zaman zaman konuşmakta güçlük çekenler bile oluyordu. Anlattıklarından ben de duygulandım, etkilendim. Birlikte kayıtlar yaptık, belgeler bulduk. Bunların kaybolmamasını istedik ve Unilever içinde bir “Sana Tarihi” köşesi kurduk…
Sonra ben bugüne döndüm yeniden… Türkiye için yalnızca bir margarin olmanın ötesinde farklı bir anlamı taşıyan, 60 yıldır sağlam temeller üzerinde dimdik duran Sana’nın genç Sana’cılarla emin adımlarla günümüze taşındığını ve geleceğe açıldığını gördüm. Demek ki emekleri boşa gitmemişti!
Yazıma başlamadan önce elime bir paket Sana aldım. Her şey bir yana, dokunabildiğimi, koklayabildiğim bu küçük paket, içinde dünyada hızla kaybolan tatlardan hiç olmazsa birini bizim için koruyor, yaşatıyordu. Kendi kendime gülümsedim. Kaderin cilvesine bakın ki Sana hakkında bir kitap kaleme almak, çocukluğumun keyfini her daim özlemle anan, zaman zaman lig maçlarını Sana paketlerinin kulakçıkları karşılığı çekilişle dağıtılan küçük radyosundan dinleyen, yıllardan beri amatörce Sana markalı ürünleri toplayan benim gibi bir koleksiyoncuya, nostalji tutkunu bir araştırmacı yazara nasip oluyordu. 60. Yılını kutlalarken Sana’nın geçmişten bugüne uzanan benzersiz yolculuğunun öyküsünü Sana adıyla ve Sana tadıyla sizinle paylaşmayı istedim.
Keyifli okumalar

Mert Sandalcı Eylül 2012